Resimli Yakın Tarih ve Görüntü Üzerine

Yakın tarih, biz modern dönemde soluyan insanlar için karışık bir biçimde anlaşılmaktadır. Erken vakte göre bizim görüntüleri anlamlandırabilme kabiliyetimiz, asabiyesi farklı olan kadime nazaran daha keskin çizgilerle ayrılmıştır.

İmajlardaki algı değişikliği her çağda her nesle göre değişse de görüntülerdeki kesin ayrımlar elbet bu kadar farklı kutuplarda değildir. Görüntü üzerinden idrak etmeye çabalarsak evvela "görüntü nedir?" sorusu sorgulamanın temeli olacaktır. "Görüntünün gerçekliği, hakikat ile ne derece ilintilidir? Sun'iliğin  gerçek sayıldığı günümüzde, yakın tarihin gösterdikleri ne denli hikmetlidir? İmajlar neden değişken katmanlarla ayrılmıştır?" soruları serüvene çıkma duraklarıdır.  Tüm bu sorular elbette kişilerin dünyasındaki gerçeklik kavramına bakışlarıyla değişse de zeminin ifade edilişi aslen aynıdır.

Kökten bir yok oluşa doğru evrilen modern zamanlar, hiççi söylemin amansız gerçekliğini doğrulurken bir sesin hepten her şeyi alaşağı etmesine bağlı kalarak oluş ve değişin o ilkesel zıtlıkta erginleşmesiyle bize yeni kavrayışlar sunacağını hayal etmekten başka ne yapabiliriz ki? Oysa bu durumda bizler için hayal ne kadar da kör bir nokta. Hiçbir kesinliği yok. Tamamen temettünün o pragmatik doğasını bize bahşeden ucube...

Akıl, bilginin keşfiyle sınırlanmış; güzellik, aidiyetiyle açıklanabilir hale gelmiş; tabiat, modernle birlikte yok olmaya yüz tutmuşken insan, defalarca kendi hasbinin üstünlüğünün mutlaklığını tarihler boyunca söyleyip durmuş, en güçlü parçasının iradesi olduğunu tekrarlamış, bütünüyle eşyayı tasavvur etmeye çalışmıştır. Aynı zamanda hayalin kaypak konumunda acziyetin içine girme noktasında hep sorunlar yaşamıştır.

Andrey Tarkovski'nin 83 yapımı Nostalji adlı filmindeki
ünlü mum sahnesinden bir kare.
Kişi, tekrarlarca ve bütünüyle haset temayülüne bürünmüş, pür kinle yoğrulmuş bir yaratık kodlamasına sahip olma sıfatını yakalamışken nasıl olur da gerçeğin ta kendisi olduğu konusunda ortak noktaya varabilirdi. Aslî bir iradeden söz etmek hayvanî güdüleri de bulunan kişiye yücelik bağlamında ne vermiştir? Tabii tüm dünya onun önünde amadeydi  O da tüm bunların içindeki en şerefli... Bu tanımlama şahsın bütünüyle ötekileştirme ihtiyacından doğan zaruriliktir.  Daha sonra tabiatıyla sadece asıl benliğin doğruluğuna inanılacak dolayısıyla kesinlik ortadan kalkacaktır. Modernite paradoksal olarak insanı eşiklere sürükleyip duracaktı. Oysa şeref, fikir ve hissiyat ile ilgilidir. Ah şu şerefli mahluk nasıl da büyüyor kendi içine doğru. Ve yaratımları onu nasıl da sarmalıyor...

Oluşturduğu kaba tarih ile gerçeğin ne denli kendi özünde olduğunu göstermeye çalışıyor. Amaçladığı,  tecrübelerden ilham almaksa neden böyle şaşkın ve yanlışa doğru sürüklenmekte. Ah sen latifin ne olduğunu bilmeyen, çirkin vasıflı şey, seni zavallı yığın... Gideceğin yer belli, tarihin çöpünün sürüklendiği yerin yakınlarına... Hem de o eski süslerini takınıp hazırlandığın kandillerinle, tükettiğin o yoklaşmışla.


Modern İran şairi Sohrap Sipehrî'nin bir fotoğrafı.
60'lar, Tahran yakınları.


Yeryüzü tümüyle belirdi:
Yunan sokağında düzen gidiyordu.
Başkuş “Babil bahçelerinde” ötüyor,
Rüzgâr, Hayber yamacından, doğuya
Tarihin çer çöpünü sürüklüyordu.
Durgun “Negin” gölünde bir kayık çiçek götürüyor,
Benares’te her sokağın başında ebedi ışık yanıyordu.

Halklar gördüm.
Şehirler gördüm.
Ovalar, dağlar gördüm.
Suyu gördüm, toprağı gördüm.
Işık ve karanlık gördüm.
Bitkileri ışıkta ve bitkileri karanlıkta gördüm.
Hayvanları ışıkta ve hayvanları karanlıkta gördüm.
Ve insanı ışıkta ve insanı karanlıkta gördüm... (Sohrap Sipehrî, Suyun Ayak Sesleri)

Ne güzel özetlemiş Sohrap, tüm insanlığı. Bu kısa ve öz tasnif modern dönemin en büyük haykırışının göstergesidir. Tüm insanın o zül yanını ne kadar da şairane örmüş.

İlişikliğe göre yaşamaktayız. Karmaşık zamanların insanlarıyız. Zihni parçalarcasına büyüyen şeyler çukurunun içinde. Hoşnut değiliz. Anlamlandıramama hastalığı içinde yitip gidecek ömürler o kadar biçare ki... Beş yıllık ekonomi planlarından geleceğe doğru ilerleyen, işleri iktisat dahilinde düzene koymaya çalışan devlet ve o devlete tabii toplum. Akşama aç kalma korkusu düşüncelerine gem vurmuş. Ne vahim! Ne vahim!

Çatışmalarda durağan, üzerinde yaşadığımız zeminde. Bunun adı "uyum" ve bu uyum korkunçtur.


Cemil Meriç
55'te gözleri görme yetisini yitirmişti.


Her dudakta aynı rezil şikâyet: yaşanmaz bu memlekette! Neden? Efendilerimizi rahatsız eden bu toz bulutu, bu lâğım kokusu, bu insan ve makine uğultusu mu? Hayır, onlar Türkiye'nin insanından şikâyetçi. İnsanından, yani kendilerinden. Aynaya tahammülleri yok. Vatanlarını yaşanmaz bulanlar, vatanlarını 'yaşanmaz'laştıranlardır. (Cemil Meriç - Bu Ülke)

Görüntünün sadeliği arttıkça olaya daha deruni yaklaşmak mümkün olmakta. "Vatanı yaşanmazlaştıranlar" demiş Cemil Meriç, ne iyi demiş, yakaladığı her nokta nasıl da sivri. Aklının doruklarındaki kıvrımlar uzanıvermiş fikirlerin kımıltısına, toprağın  her karışına, ilmek ilmek örmüş fikriyatıyla onu. Yakın tarihteki bu amansız anlamsızlığa nasıl da gergef geçirmiş. Ezcümle değindiği konular ile tüm bu  yapay düşünceleri nasıl da alaya alıyor..

Tarihe ilerlemeci anlayışla bakanların, coğrafyadan şikayet etmesi ne de gülünç. Peki sen ey zayıf kişi, sen, nasıl böylesin? Anlamsız bir kıpırtı içinde, böylesine söylenen ve bomboş bir yaşam kabulü içinde! Ah sen zamanın anlamsızlaştırdığı insan ne ahmak ne budala ne bedbin... Özümseme dürtülerinden şüphemiz yok. Bu şekildeki sözlerin zaaflarının yansıması, akletmemenin yansıması, duçar olduğun bu zemini hak dahi etmemektesin.

"Ama zaaflar diyoruz. İnsan unsuru diyoruz. Anlamsal yoksunluk diyoruz." Evet bugünün insanı, yakın tarihte, tarihin en hoyrat vaktinde, yeryüzünde yorguncasına konaklamakta. Buna rağmen olağan, ondan hiçbir zaman uzaklaşmamakta. Tesadüfi düzen diyerek, görüntüdeki hakikate inanmayarak, iştihası doğrultusunda yaşamakta. Çoğu zaman ona bahşedilenin de hesabını sorup, kıymetliliğini göstermekte! Şikayet ve isyan arsındaki farkı algılayamamakta!


İlhami Çiçek
Şair Pendik Lisesinde öğretmen iken, 80.

Her insan çağından sorumludur. Bu bağlamda düşünüyorum ‘tanıklık’ olgusunu. İnandığım  öğreti, beni sorumlulukla boyutlandırıyor. Çağın tanığı olmam, bu boyutun gereğidir. Saptamakla  birlikte, soruşturmayı ve yargılamayı da içeren bir etkinliktir çağın tanığı olmak. Sonucu doğrudan  etkiler. 

Çağımız korku çağıdır. Umut’la dengelenmediği için, erdem’e yer yok bünyesinde. Korkunç bir  biçimde ‘sınırsız ilerleme’ melankolisiyle başı dönmüş. Bu yüzden hiçbir kutsal tanımıyor. Maddesel  ve duygusal olanı abartarak, Tanrısalı yadsıyan bir uygarlık yönlendiriyor bu çağı Batı uygarlığı.  Çağdaş bilim özerklik savlarıyla aşkınlığa inanmıyor. İnsan yalnız. Bütün ilişkilerinde eşyanın gölgesi.  İnsanın temel eğilimleriyle, çağın eğilimlerinin böylesine çeliştiği bir başka çağ var mı sorusu hızla  gündemlere giriyor... (İlhami Çiçek - Şairin vefatından sonra terekesinden çıkan yazılı bir mülakattan bir kısım.)

Tanık olmak: şehre, yurda, insana, göğe... Değinilen noktalar nasıl da yekpare. Ama bu tespitlerin hepsi devrin yaşayanlarına isnaden yapılmıştır. Boşluğun görüntüsünü göstermek için. Yazık ki o boşluktakiler teveccüh ettiği şeyin çelişkisini anlama kabiliyetlerini çoktandır yitirdi.

Said Halim Paşa'nın
gençlik yıllarından kalma bir resmi.

Ama biz, yeni ve meçhul olan her şeye karşı gösterdiğimiz bu garip tutkunluğu, sonsuz bir ilerleme aşkı gibi anlıyor, hatta bununla iftihar ediyoruz. Gerçekte ise, hatalı anlayış ve düşünceler üzerine kurulmuş, yalancı bir alem üzerinde yaşamaktayız. Bugünkü ruhî ve fikrî durumumuzun sebebi işte  bu haldir.

Gerçek, bizim hayata bakışımızın dışında kalıyor. Böylece biz, doğruyu yanlışa, gerçeği hayale, hak yolu sapkınlığa, olmamışı olmuşa, mümkünü imkânsıza katarak, en olmayacak plân ve hayallerden saadet umuyoruz. Görülüyor ki, büyük hatalar, büyük hakikatler kadar sadedir... (Said Halim Paşa - Buhranlarımız ve Son Eserleri)

Modern insanın temellük edindiği zeminin başladığı noktalar bize pek uzak değil. Buna rağmen bizi tahakküm altına alan bu sanal görüntünün düzlemi nasıl da bulanık. Anlaşılmaz noktaları ile her şeyi birbirine karıştıran insanın eşyayla, vakitle, görüntüyle olan münasebeti ne de sıradan. Bu müphem hali Said Halim Paşa'da anlamlandıramamış olacak ki "Fikrî Buhranlarımız" bölümünden şöyle belirsizce sual etmekte: "Acaba kader bizi daima bir aşırılıktan ötekine düşmeye mi mahkûm edecek?" Düşüncesi derin bu adamın söyledikleri pek de yaman! Nitekim İtalya'da herkesin gözleri önünde 6 Aralık 1921'de bir Ermeni komitacı(bir başka aşırılık!) tarafından öldürüldü.

Edip Cansever
60'lar... Darbeler dönemi... Artık yenilmişlik ve umutsuzluk hisleriyle...


Üç kişi konuşuyor kendi aralarında,üç biyoloji uzmanı
Ben kendi yarattığım yolda duruyorum
Öyle hep duruyorum
Cadı ağaçları ne ölü değildirler, ne de hiç yaşamazlar
Biz bunu anladıksa artık gidelim
Ne kadar gitsek o kadar çok iyidir
Son sözü köşedeki bir öğrenci söyledi
Gören var mı, dedi, cadı ağacını
Cadı ağacını yani
Yok, değil mi
Kuru gözler kuru şeyleri hiç göremezler
Ve düş içinde yaşayanlar düş içindekileri (Edip Cansever - Cadı Ağacı II)


İnsan, “varlığın unutulmuşluğunun temel deneyimine” ilişkin bir arayıştadır. Modern dönemim o kulakları sağırlaştıran gürültüsüne karşı kendisinden çabucak uzaklaşan varlığın görüntüsünü bir defa içinde hissedebilmek için insan nasıl da yakarmakta. Varlığın amansızca yok oluşunu izlediği halde temaşasının derin olmayışından dolayı bakışı hiçe doğru ilerliyor. Yansıma görüntüler ve boş söz öbeklerinden başka elinde cılız bir "şey" ile kalakalıyor.


Doğrusu ya
Yanılmak her şeyi yeniden görmek gibi bir şey oluyor (Edip Cansever - Bezik Oynayan Kadınlar)


Yanılmak ki görüntüyü derinleştirme kudretini de içinde bulundurur. Ama meydana belirmesi kişinin bilincindeki "aslî görüntü" yetisiyle alakalıdır. Eğer bu ilgi insanı hükmü altına alıyorsa; seyretmek fiili eylemsizleşiyor. Artık ne mevcudiyet, ne meşgale, ne de hareket bildiriyor. O anın yetersizliğinden sonra özün neliğinden bihaber amaçsızlıkla ayırma yetisinin yokluğu içinde devinip duruyor.

Derinleşemeyen kişi de en ahmak duygularıyla ulaştığı sonuçlara gerçekmişcesine bağlanarak körelmiş fikriyatıyla müptezel bir avuntu içinde yeknesaklaşır. Ama anlamın o yoğun görüntüsü ile bilfiil "doğru"nun veyahut "aslî görüntü"nün, açılma yaşadığını görür. Bu tasnif şununla tanımlanabilinir: "Tehlikenin olduğu yerde  kurtaran gücün de onunla birlikte açıldığı" şuur edilir.

Dünyanın içinde, biz buradayız, dünyanın içinde. Her zaman ki(an?) uğraşlar içinde. Dünyada, dünyadan, dünyaya uymuş... Biz buradayız ve bizi oluşturan bu yapılar ve bu yapıların açımlanma olanakları öncelikle bir bütün olarak anlaşılmalıdır. Görüntünün belirtili hallerinden zamanın içinde bizi varoluşça bir erginliğe ilerletecek, bir duyuya bezeyip, dünyadanlığın o görüntüsünden ayrıştırabilir. Bu ayrımın körükleyicisi kuşkusuz kaygıdır. Varlık sorusunun amansızlığı karşısında kişi, "kendi önündeki nesnelerden" ve bir köşeye "atılmışlık"ından kaygının körüklediği o büyük ateşle görüntünün anlığını sonsuzleyin delip geçebilir. Kaygı ile "Bulunuş" ve "Anlam"ın asıl değerinin keşfi sağlanır. Kişi, görüntünün sahte aydınlığına, sanrılarının yanlışlığına verdiği tepki ile, iyi ettiren bir merhem ile; en lanetli yaraları iyileştiren, tarihin boşalmışlığını dahi önemsizleştiren, günü gerçekten aydın eden bir "açılma"ya doğru yola koyulur.

Varsın Yunus'un şu mısraları ile noktalayalım:

Bilenlere sormak gerek bu tendeki can neymiş
Can hod Hakkın kudretidir damarda ki kan neymiş

Fikir yumuş oğlanıdır endişe kaygı kanidir
Bu ah-u vah aşk donudur taht oturan han neymiş

Şükür onun birliğine yok iken uş var eyledi
Çünkü asıldan biz yoğuz mülk-ü hunuman neymiş

Çalap veribdi bizi var dünyayı görün diye
Bu dünya hod baki değil mülke Süleyman neymiş

Sorun Taptuklu Yunus'a bu dünyadan ne anladı
Bu dünyanın kararı yok sen neymiş ben neymiş.

...

0 yorum