İstanbul'a Yoğun Göç Hareketleri ve Bu Hareketin Denklemleri Üzerine Gelişen Modern Şehir Algısı

50'li yılların sonuna doğru çekilmiş Eminönü taraflarından bir kare.


İstanbul'a Yoğun Göç Hareketleri ve Bu Hareketin Denklemleri Üzerine Gelişen Modern Şehir Algısı

Yeni cumhuriyet, ulus devleti olma yolunda ilerlerken "modern"e yaklaşımı da batı dahilinde ele almıştır. Nitekim çağlar boyunca merkez olan İstanbul'un yerini Ankara almış fakat İstanbul, günümüze kadar önemini hep korumuştur. Bu değişim ileride çok hafifte olsa İstanbul'un yükünü azaltmasına rağmen, göç olgusu ve bölgeler arası gelişmişlik düzeyi, İstanbul'a ilerleyen yıllarda ağır yükler yükleyecektir ve bu yüzden sürekli göç olaylarına maruz kalmış olup nüfusu sürekli artmıştır. Bunun nedenleri dönemler içinde değişse de İstanbul büyük şehir olmaktan hiç vazgeçmemiştir. Ekonomik, siyasi ve kültürel açıdan gelişiminde nüfus hep ön planda olmuştur. Türkiye'nin en hızlı nüfus artışına sahip olan şehir yerli ve yabancı her kesimin görmek istediği yer olmuştur.

Göç olgusuna değişik bilimsel yaklaşımlardan bakabiliriz ama en önemlisi de konumuz açısından sosyolojik açıdır. Çünkü toplumu, toplumsal hareketlilik biçimlerini, gelişmeyi, çatışmayı, kalkınma ve değişimi çok yakından ilgilendiren bir süreçtir. Bu bağlamda göç: insanların, grupların demografik, coğrafi, ekonomik ve sosyo-politik nedenlerle zaman ve mekânda yer değiştirmesi ile eyleme dönüşen ve eylemin bitiminden sonra da etkileri devam eden bir süreçler bütünüdür

İstanbul'a yakın tarihlerde çeşitli kitlesel göçler olmuştur. Büyük buhranların yaşandığı dünyada, Osmanlı toprak bütünlüğünü her geçen gün kaybediyor ve bundan dolayı o bölgelerde yaşayan Müslüman etnik unsurlar payitahta geliyorlardı. Bu durumu o dönem için İstanbul'un gelişmişlik düzeyi ve merkez konumuyla açıklayabiliriz. Bunla ilgili olarak: Arap, Çerkes, Boşnak, Ermeni, Yahudi, Hıristiyan, Müslüman ve pek çok farklı kimlik göçlerle bir araya gelmiştir. Her kültürün kendine has özellikleri vardır. Ancak farklılık olarak gösterilmekten ziyade aynı yerde, aynı duyguları, sevinçleri, üzüntüleri beraberce yaşamayı öğretmişlerdir.


Burada dikkat çeken nokta, göçmenler ile yerli Anadolu halkının kendilerini temelde birbirinden farklı yani “öteki” gibi görmüyor olmalarıydı. Her ne kadar yerli halk ile göçmenler arasında toprak paylaşımı, yeni hayata intibak edememe, kız alıp verme gibi nedenlerle anlaşmazlıklar ve hatta çatışmalar olmuşsa da, göçmenler ile yerli halkın aynı kültürü, aile yapısını ve hukuk koşullarını paylaşmaları, aynı siyasi idare altında yaşamış olmaları yani benzerliklerin farklardan ağır basması ayrılıkları gidermiştir. Bir yerde göçmen de yerli halk da aynı camiaya ait olduklarını kabul ediyor ve öyle hareket ediyordu. (Karpat, 2010, ss.20-21)

İSTANBUL'A YAPILAN GÖÇLER

1950’li yıllardan itibaren göç dalgasıyla karşı karşıya kalmıştır. İnsanlar İstanbul'u bir kaçış yeri olarak düşünmekte ve hızla İstanbul’a yerleşme çabası içindeydiler. Cumhuriyet döneminde Ankara'nın başkent olması, İstanbul’un önemini ortadan kaldıramamıştır. Bu dönemde de İstanbul, yatırımların ve özellikle sanayi, hizmet ve finans yatırımlarının ulusal ve uluslar arası düzeyde ilgi odağı olma özelliğini devam ettirmiştir. “Ancak kentleşme oranı çok yüksek olan bu kentin nüfusu, doğurganlıktan daha çok dışarıdan aldığı göçlerle artmıştır. Cumhuriyet döneminde ilk nüfus sayımı olan 1927 yılında İstanbul nüfusu 800.000 civarında iken bu miktarın 1945 yılında 1.000.000'u, 1970 yılında 3.000.000'u, 1990 yılında 7.000.000'u ve 2000 yılında 10 milyonu aştığı görülmektedir. İstanbul'un 2010 yılı toplam nüfusu ise 13.255.685 kişidir. Peki, bu hızlı artışın sebebi neydi? Nüfustaki bu hareketlenme sadece İstanbul için mi geçerliydi? Bu ve buna benzer sorular eşliğinde nüfustaki hareketlenmeyi anlamaya çalışabiliriz.

Türkiye’ de 1950'li yıllardan itibaren başlayan göçlerle kentleşme süreci de hızlanmıştır. Göçle birlikte nüfus, belli başlı yerlerde yoğunlaşmıştır. Çalışmamızın amacı, Türkiye’ deki iç göçlerin yönünü belirlemektir. Türkiye’ de iç göçlerin, ekonomik yönden geri kalmış doğu bölgelerinden gelişmiş batı bölgeleri doğrultusunda meydana geldiği varsayılmaktadır. Göçe ilişkin veriler, nüfus sayımı verilerinden elde edilir. Bu nedenle araştırma, 1980’ den başlayıp son nüfus sayımının yapıldığı 2000 yılı itibariyle, bölge ve il bazında sınırlandırılmıştır. Türkiye’ de göçlerdeki artışa paralel olarak, bu olguya ilişkin araştırmalar da artmıştır. İç göçle ilgili araştırmalara bakıldığında, 1960'larda daha fazla olan etütlerin 1970'lerde azaldığı ve bu azalışın sonraki dönemlerde de devam ettiği görülür. Dolayısıyla, 1960'lı yıllar göç çalışmaları açısından “altın yıllar” olarak tanımlanabilir.

1950-65 yılları arasında 90 milyon dönümlük devlet arazisi ekime açılmış, bunun 16 milyonu topraksız köylülere dağıtılmıştır. Dağıtılan bu 16 milyon dönümlük toprak değer olarak daha küçük olan ve dağlık bölgelerde bulunan topraklardır. Geriye kalan 80 milyon dönümlük toprak da kapışılmış demektir (Cem, 2007:405-406). Boratav, 1969 yılında yayınlanan Gelir Dağılımı başlıklı kitabında 1963 tarım sayımındaki toprak dağılımı istatistiklerini yeni bir kırsal dönüşüm araştırmaları yaklaşımına yol açabilecek şekilde yorumlamıştır. 1963 tarım sayımının verilerine ek olarak Köy Envanter Etütlerinin verilerini de kullanan Boratav'a göre tarımda toprak ve gelir eşitsizliğinin var olduğu şüphe götürmez (Boratav, 1969: 114-137 aktaran Akşit, 2006: 133).

Modern Hayatın Zeminleri

Apartman hayatı 1960'lardan itibaren dönüşüm olarak karşımıza çıkmaktadır. Apartmanlaşma olgusu ile aile yapısı da değişmeye başlamıştır. Önceleri geniş aile şeklinde meydana gelen yaşam tarzı yerini yavaş yavaş çekirdek aileye bırakmıştır. Bir de mahalle açısından bakarsak eğer apartman hayatı ile beraber komşuluk ilişkilerinin de zayıfladığını görmekteyiz. Bunun tek nedeni elbette apartmanlar değildir ancak bu da önemli bir nedendir.

Yıllar içinde İstanbul’un pek çok semti apartmanlarla dolmuş olup yapı farklarını da göz önüne sermeye başlamıştır. Çünkü bir yandan da gecekondu hayatı karşımıza çıkmaktadır. Misalen bir dönem pak tabiatıyla insana huzur veren Tarabya'ya, Osmanlı döneminde keyifli anlamına gelen Tarabiyye denmiştir. Son 20 yıla kadar aşırı konutlaşmamış bu semt özellikle 2000'li yııların başında konutlarla dolup taşmaya başlamıştır.

Ani ve hızlı bir biçimde meydana gelen göç ile nüfusu barındıracak yer bulamayan İstanbul’da gecekondu hayatı yaygınlaşmaya başlamıştır. İstanbul’da ilk gecekondulaşma hareketinin Zeytinburnu'nda olduğu bilinmektedir.

"İstanbul’da ilk gecekondu yerleşmesi 1947’de Zeytinburnu'nda oluştu. Sanayinin mekânsal yerleşimine ilişkin alınan kararlar sonucu deri, tekstil, çimento ve diğer bazı dallardaki iş yerleri Zeytinburnu'nda toplanmıştı. Merkezin doyan bekâr odalarından ve geçiş bölgelerinden taşan nüfus, herhangi bir iş bulma ümidi ile sanayi nüvesinin çevresindeki bu zayıf denetimli tarım alanlarına derme çatma kulübeler yaparak yerleşmeye başladı. İşçilerin böyle kendi olanakları ile yakın çevreye yerleşmeleri işçi ücretlerinin artmasını önlediğinden fabrikalar durumdan memnundu... İstanbul’un bir diğer ağır ve orta sanayi kompleksi olan Eyüp-Rami yakınlarında ikinci büyük gecekondu mahallesi Taşlıtarla kuruldu… 1950’lerde yerleşmeye açılan bu iki büyük ve yoğun gecekondu bölgesinin dışında gene bir sanayi nüvesine bağlı gelişen üçüncü bölge de Kâğıthane çevresi oldu. "(Şenyapılı, 1998, ss.302-303)

Gecekondu hayatı ile beraber gecekondu kültürü denilen kültür ortaya çıkmıştır. Aslında bireyler yaşadıkları yerin kültürünü buralara taşımışlardır.

Ayrıca şehir bu tür karmaşık katmanlı bir yapıyla beden bulurken, şehrin modern insanı bir kimlik bunalımı ve yabancılaşma yaşıyordu. Bu kavram, Türkiye'de farklı bir olgu olarak meydana çıkıyordu. Zira: Türkiye'de kimlik kavramı, tıpkı kültür kavramı gibi, devletin belli yön elimleri içinde belirlenen bir olgudur. Merkezi otorite nasıl toplumun belli bir kültür yönsemesi içine girmesini istiyor ve bunu yönlendiriyorsa, aynı şekilde toplumun üzerinde taşıyacağı bireyin kendisini özdeşleştireceği kimlik de önceden saptanmaktadır. Bir diğer bakış ise ırksaldır. 1970'e kadar Türkiye, toplum olarak birbirinden kopuk ve birbirine kapalı kamplara bölünmüş şekildeydi. Tek noktaya bu yoğun göçten dolayı İstanbul, modern kozmopolit bir kent olmuştur.


2000'li yıllarda Eminönü...


Paradoksal gibi dursa da bu gelişmede köyden İstanbul'a yönelik göçün ve sonuçlarının etkisi olmuştur. Bu oluşum, bütün öteki koşullarının yanı sıra Türkiye toplumunun sivilleşmesinde önemli bir rol oynamış, önemli bir işlev üstlenmiştir. Kendisine özgü bir dil, kendisine özgü bir mimari, bir yaşama biçimi, bir müzik geliştiren, kısacası maddi kültürün altyapısına yönelik tüm öğeleri oluşturan kesimler bu süreci başlatmıştır. Bununla birlikte sorun, popüler kültürün bütünüyle kendi haline bırakılması, hatta yüksek ve seçkinci kültürün de kendisini bu potada eritmesidir. Bu, popüler kültürün demokratikleştirme niteliğini hızla ve tam tersi doğrultuda yitirerek, faşizan bir unsur haline gelmesidir. Türkiye kimliği kavramının yeni bir anlam, içerik ve nitelik kazanacağı açıktır. Bunu, modernitenin aşılması sürecinde ortaya çıkmış en önemli, sonuç diye kabul etmek gerekir.

Son söz olarak diyebileceğimiz şey ise İstanbul dünya başkentidir. Kimi zaman resmi kimi zaman resmi olmasa da bu görevi yüzyıllardır başarı ile taşımaktadır. İdari, ekonomik, sosyal sorunları olmuştur ve olacaktır da. Çünkü dünyada böylesine yoğun göç alan başka il yoktur. Haliyle bu da ne kadar uğraşılırsa uğraşılsın sorunsuz bir dönemin olmasını sağlamayacaktır.


0 yorum